Bu Blogda Ara

29 Nisan 2010 Perşembe

KÜÇÜK BİR KOLİ VE YAŞLI BİR KADIN




KÜÇÜK BİR KOLİ VE YAŞLI BİR KADIN


Her zamanki gibi bir gündü. Yolumu uzatmıştım. Trafik ışıklarından karşıya geçmiş, her zaman geçmediğim bir yoldan yeni yeni gelmeye başlayan baharı içime çekerek sağda solda yer alan vitrinlere ve gelip geçenlere bakarak aceleci olmayan adımlarla yürüyordum. İleriki köşe başında duran çöp bidonunu kediler karıştırıyordu. Okuldan çıkmış büyüklü küçüklü öğrenciler evlerine dağılıyordu. Yürümeyi yeni öğrenmiş bebekler anne ya da babalarının ellerinden, minicik elleriyle sıkı sıkı tutmuş, gördükleri her şeye merakla yönelerek, arada bir sendeleyerek, düşe kalka ilerliyordu. Sevgi yoluna dizilmiş masaların etrafında sohbet eden, çaylarını, kahvelerini yudumlayan her yaştan hanımlar, genç kızlar, genç erkekler, sevgililer oturuyordu. Yüzlerinde sohbetin ve dostluğun verdiği keyifle yerleşmiş gülücüklerin var olduğu, sigaralarını tüttüren, tuttuğu bardakla parmaklarının ısındığı bu insanlar, o an elbette küçük bir kolinin içine kaç tane kuru gıda paketinin sığabileceğini düşünecek değildi. Ve tabi ki doğalgazlı, her türlü konforlarının bulunduğu evlerde, yıkılmaz sandıkları kalelerinde yaşayanlar yaşlı ve yalnız bir kadıncağızın ısınabilmek için sobasını nasıl tutuşturacağının derdinde olabileceğini bekli de hiç bilmeyeceklerdi. Çünkü az sonra kalkıp gidecekleri sıcak bir evleri, evlerinde hazırlanmış çeşitli yiyecekleri mevcuttu...

Köşe başına yaklaştığımda dükkân sahiplerinin kenara bıraktığı mukavva kutuları alıp kıvırarak, düzenli bir şekilde eski pazar arabasına istifleyip, sığdırmaya çalışan yaşlı bir kadın dikkatimi çekti. Sanki kendisinden başka kimse yokmuş gibi, büyük bir dikkatle yaptığı işe odaklanmıştı. Yürüdüm gittim.

Birkaç gün sonra yine aynı yerden geçerken bana doğru eski pazar arabasını çekerek gelen aynı yaşlı kadını gördüm. Pazar arabasının içi yine istiflenmiş mukavvalarla doluydu. Yüzünde yılların acılarının bıraktığı izlerle ama yine de yaşama umudu ve ışığı ile bana doğru baktı ve yorgun sesiyle, cebinden çıkardığı buruşuk kâğıt parçasını uzatarak ‘’ Bak bakalım kızım, şunu bana okuyuver.’’ dedi. Aldım, baktım. Belediyeye ait kuru gıda yardım fişi idi. Üzerinde bir de adres yazılıydı. Anlattım ne olduğunu. Ve sordum bu mukavvalarla ne yapıyorsun diye. Sobasını tutuşturmak için topladığını söyledi. Ağlamaya başladı. Her ay gelen gıda yardımı, bu ay, başka bir eve taşınmış olmasından dolayı, eski adresine gitmiş ve onu bulamadıkları için de geri dönmüştü. Ağlıyordu bunun için. Bu denli önemliydi o paket onun için. Belki de bir ay o erzaklarla idare ediyordu. Yapması gerekeni söyledim ve sırtını sıvazlayarak onu uğurladım. Onu dinlemiş olmam bile rahatlatmıştı bir derece.

Evime döndüm düşünceler içinde. Dönerken yine kafeteryaların önünde oturup çaylarını dost sohbetleri eşliğinde yudumlayan insanlara baktım. Onların yüzü dingindi, kaygıları yoktu. Ya, az önceki yaşlı kadın… Bir dost sohbeti yerine derdini sokakta gördüğü bir yabancıya açmıştı ve usulca akan gözyaşlarını silmişti yemenisinin ucuyla.

Ah, hayat… Bazıları için sen ne çok ağırsın. Ne kolay alırsın umutları, ne kolay harcarsın… Şımartıyorsun birilerini hesapsızca, peki ya azarladıkların! Küçük bir koli için gözyaşlarını çaldığın bu yaşlı kadına bir borcun var.

Ah, hayat… Üzerine gidersin zaten yıkılacak kadar eğilmiş olanların. Sen nasıl bir şeysin? Tutup kaldırsana düşenleri, elini uzatsana. Sil gözyaşını desene. Arada bir duraklasana. Umudu kırılmışlara çare gerek. Yaraları sarsana…

Ey, hayat!
Dolsa kadehler, içsek,
Yılların yorgunluğu geçer mi?
Yüreklerde dert biter mi?
Son durağa gelse de
İçindekiler inmek ister mi?
Sana küsenlerle barış artık
Al gönlünü, sil hüznünü…
İncil der ki: ‘’ İlk taşı günahsız olanınız atsın.’’
Ne dersin, bir sürpriz yapmaz mısın?
Güçsüze dönüp bakmaz mısın?
Derde deva olmaz mısın?
Senin armonin içinde
Uyum sağlayamayanlar
Savrulup gittiler,
İlk taşı sen attın hayat.
Bunu bilmez misin?
Bir koliye doldurup
Göndereceğim geri
Senden aldıklarımı.
Küçük bir koli,
Taşımakta zorlanmazsın.
Ya senin aldıkların?
Verme, istemem.
Sende kalsın.

Müşerref ÖZDAŞ

10 Nisan 2010 Cumartesi

UMUTLAR TÜKENİRSE




UMUTLAR TÜKENİRSE

Ne zaman tükenir umutlar? Umutların tükendiği yerde vedalar başlamaz mı? Ve sevgiye açılan her yeni parantezde yeni bir umut taşınmış, en başa yerleştirilmiştir dünden.

Eski yaralar sarılacaktır. Yeni yaralar da alınacaktır. Kendine iyi bak der, arkamızı dönüp gideriz. Kendimizden kaçarız çoğu zaman. Bu cümlenin içinde öyle hüzünler, öyle iç çekişler, öyle bir sevgi de gizlidir ki… Veda ederken “ Ne olur sanki geri döndürebilsek zamanı, keşke gitme kal diyebilsem ya da o bana dese.. “ duyguları da gizlenmiştir. Ama bir şeylerin parçalandığını, düşüp dağıldığını ve bir daha birleşemeyeceğini, eskisi gibi olamayacağını biliriz ve susarız. Yürekten geçenlerin küçük bir parçasını bile dudağımızdan dökemeyiz, düğümlenir kalır boğazımızda.

Allah’a emanet edelim sevgimizi. Vedaya hazır değilsek veda etmeyelim. Zaman kaybı ve üzüntüden başka bir işe yaramaz. Her vedanın içinde biraz da seni seviyorum gizlidir. Sevmediğimiz birine neden veda edelim ki. Vedalar keşkeler de barındırır. Sevilen ve veda edilen hep içinizde saklıdır.

Zaman en iyi ilaçtır derler. Yaraların iyileşmesi zaman alsa da, izleri kalsa da mutlaka iyileşecektir. Belki yeni yaralar da alacağız sonradan, çizikler, sıyrıklar, daha da derin yaralar…

‘’Mutsuz köyün kavalcısı ‘’ rumuzlu bir arkadaşım şöyle demişti bir gün bana:” Ben şimdi anladım bendeki hüznün sebebini. Ben gülümseyemiyorum. Yanımda olsa da sevdiğim, uzakta olan yüreği kanatıyor içimi. Bunu biliyordum da kendime itiraf edemiyordum sanırım. Dışarıdan bir başka yürek bunu söylediğinde, fark ettirdiğinde anladım. Şöyle iç huzuru ile gülümseyemiyorum. “ Evet, aşk varsa ortada gülümsemenin de acının da dibine vuruyoruz. Aşkı anlamak, tanımlamak çok zor.

Unutmaya başlarsınız. Bir gün en ummadığınız yerde çıkıverir geçmiş karşınıza. Eski sızınızı anımsarsınız. Merhaba dersiniz belki de çekinerek. Küçük bir çocuk olabilir yanı başımızda eski sevdiğinizin elinden sıkı sıkı tutan. Başını okşarsınız, boğazınız düğümlenerek. Bakışlar buğulanmıştır. Sesiniz titrer ‘’ Nasılsın?’’ derken.

Zamanın hızla tükendiğini fark etmişsinizdir. Ve eğer hala yalnız iseniz sol yanınızdaki sızı daha da artar. Elinizi uzatırsınız merhaba derken. Geçmişin ağırlığı üstünüzdedir. Bakmayı özlediğiniz o gözler tam karşınızdadır ve bakışlarınızı kaçırırsınız. Oysaki ne çok istersiniz o an bile derinine bakabilmeyi ve bir iz bulabilmeyi, görebilmeyi. Ama yapamazsınız. Bakabilseniz de eski yaraların yeniden kanamasından başka işe yaramaz zaten. Küçük oğlanın veya küçük kızın ipeksi saçlarını okşarsınız belki bir kez daha, sanki sevgilinin saçına dokunur gibi.

Kilo almıştır belki biraz, belki de sizin saçlarınıza aklar düşmüştür, onun yüzü solmuştur… Duygulanırsınız, gözleriniz yanar. Ve yine bir “ Hoşça kal “ der gidersiniz.” Kendine iyi bak” Yeni bir vedadır bu. Kaybettiklerinize ve geçmiş zamana veda, kendinize veda, serseriliğinize veda, kaybettiklerinize veda. Gözleriniz dalar gider. Son bir kaçamak bakışın ardından yine gözden kaybolur eski sevda. Kalırsınız çaresizliğinizle tek başınıza.

Önünüzde uzanıp gider yollar ve zaman. Belki de en uzun yol kendimizi bulmak için çıktığımız yoldur.
Ve belki yine bir gün, yeniden; '' Nerede kalmıştık '' dediğimizde, geride kalan zamanla şimdi arasında gelip geçenleri nasıl telafi edeceğimizin de telaşına kapılırız. Korkarız belki de. Ama yine de kalınan yerden devam etmeyi göze alabilmişsek içimizdeki yaşama sevinci ayaklanmış ve bize yol gösterecek demektir. Yavaş ve ürkek adımlarla da olsa, karanlıklarda el yordamıyla da olsa devam edebilmeliyiz.


Richard Bach, der ki:
“Vedalar canını sıkmasın. Yine buluşabilmek için bir ‘hoşçakal’ gereklidir.”
Hoşça kalın, umutla kalın, sevgiyle kalın.
Müşerref ÖZDAŞ