Bu Blogda Ara

23 Ekim 2011 Pazar

Van'da deprem!




Van'da deprem!

Merkez üssü Van'ın Merkez ilçeye bağlı Tabanlı köyü olan önce 6.6, sonra da 7.2 büyüklüğünde olduğu açıklanan deprem çevre illerde hissedildi. Artçı sarsıntılar nedeniyle çevre illerdeki vatandaşlar da evlerini terk ederek sokaklara çıktı.
Van'da meydana gelen 7.2'lik depremde, 75 kişi hayatını kaybetti, 600'den fazla yaralı var... 23.10.2011




Çukurca'da 24 asker şehit!
01.00 sıralarında Çukurca'da güvenlik güçlerinin bulunduğu binaları uzun namlulu silahlarla yoğun ateş altına tuttu. Teröristlere polis ve askerler de anında karşılık verdi. 

Ağır silahların kullanıldığı ilçe merkezindeki çatışma 30 dakikayı aşkın süredir aralıksız devam etti.

DHA'ya göre, gece saatlerinde başlayan saldırılarda 24 asker şehit oldu, 18 asker de yaralandı. 
19.10.2011
Tüm yurtta terörü protesto yürüyüşleri yapıldı. ( 20-21-22-23. /10. 2011 )




1 Mart 2011 Salı

Halâ Koynumda Resmin



Sımsıcak konuşurdun konuşunca
ırmak gibi, rüzgâr gibi konuşurdun
yayla kokuşlu çiçekler açardı sanki
çiğdemler güller mor menevşeler açardı
Sımsıcak konuşurdun konuşunca
Halâ koynumda resmin

Dağları anlatırdın ve dostluğu
bir ceylan gibi sekerdi kelimeler
Sesini duymasam çölleşirdi dünya
dağlar yarılır ırmaklar kururdu
bulutlar çökerdi yüreğime
Halâ koynumda resmin

Gün akşam olur elinde kitaplar
ve bir demet çiçekle çıkıp gelirdin
bir kez bile unutmadın 'merhaba' demeyi
ve en yanık türküleri nasıl da söylerdin
bir dostun vurulduğu gün
Halâ koynumda resmin

Kaç mevsim kırlara çıkıp
çiçekler topladık mezarlar için
Belki ürküttük tarla kuşlarını
belki kurdu kuşu ürküttük
ama aşkı ürkütmedik hiç
Halâ koynumda resmin

Ve halâ sımsıcak durur anılar
sımsıcak ve biraz boynu bükük
Ne varsa yaşanmış ve paylaşılmış
yasak bir kitap gibi durmaktadır
ve firari bir sevda gibi
Şimdi duvarlarda resmin.
Ahmet Telli
TBÖ:

29 Ocak 2011 Cumartesi

SEZGİLER



Lale içimizden biri...
Yurdundan uzak ama yurdunun topraklarında yaşayanlardan çok daha yurduna bağlı, gelişmeleri takip eden, hassas bir kadın. O bir yurdum insanı, bu vatanın bağrında büyümüş, İstanbul aşığı, vatan aşığı bir kadın.
Ne diyor bu kadın?
Diyor ki: "15’ime Askeri darbe ile girdim, 45’ime ise şeraitçi darbe ilemi?"

Bunu neden söyler bir kadın?
Üstelik yaşamında her türlü kültürü görmüş tanımış, atalarının Müslümanlığı ile de gurur duyan, gönlünde Allah sevgisi ile büyümüş, yaşamına Müslümanlığın en güzel yanlarını katabilmiş, pırıl pırıl kız evlatlar yetiştirmiş, Almanya gibi bir toplumun içinde Türklüğünü unutmamış, unutturmamış, evlerinde namaz kılınan, oruç tutulan bir yurdum insanı var karşınızda. Böyle bir kadındır yukarıdaki sözlerin sahibi Lale.
Oğlu olsaydı da çakı gibi bir asker olarak görmek isterdi, eminim ki.

Bir düşünün, binlerce yurdum insanının çıkmayan, çıkartılmayan, susturulan sesidir Lale.
Bu sese kulak verin!…
Nereye doğru gidiyoruz?
Bir gün uyandığımızda bizi ne bekliyor olacak?
Felaket tellallığı olarak düşünmeyin bu söylenenleri. Şanlı bayrağımıza rengini veren şehitlerimizin kanı üzerine kuruldu bu Cumhuriyet. Elbette geleceği de hepimiz gibi en çok da onu ilgilendiriyor. Düşünen ve düşüncelerini yüksek sesle söyleyebilme cesaretinde olan bu kadın ya haklı ise?
Sadece düşünün…

Evet, yeniden düşünelim şimdi. Hafızamızı tazeleyelim. Yıllar öncesine dönelim. Son günlerin Türkiye’sinde sık tartışılan bir konu olan ‘’Darbe mi?
Şeriat mı?" Sorusuna benzer bir sorunun İran’ın gündeminde olduğu sanırım hatırlanacaktır. İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günleri incelendiğinde, tanıklara başvurulduğunda neler karşımıza çıkacak acaba?
İşte size birkaç örnek:

Şah’ın devrilmesinde aktif görev yapmış olan bir gazeteci- yazar diyor ki: "Şah devrildikten sonra mollaların camiye geri dönecekleri sanılıyordu ama öyle olmadı. Yeryüzünde vaat edilen cennet bize sunulmadı.( Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı ). Gözümüzün önünde bir bir yaşanan olayları dikkate almadık, birkaç kendini bilmezin işi deyip geçtik. Derken kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı."

Hepsi bu kadar mı?
"Değil! Ardından bir gün örtünme zorunluluğu getirilerek bunun üzerine üniversitelerde çatışmalar gözlenmeye başladı. Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu… Biz hâlâ olayın ciddiyetini kavrayamamış ve umursamazdık. Kitapevi yağmalanmaları, gazete bayilerinin ateşe verilmesi, eşcinsel ve fahişelerin idam edilmeleri, bazı kadın spikerlerin televizyonlarda kovulması, bazı müzik türlerinin ve alkolün yasaklanması, kızların evlenme yaşının 18’den 13’e düşürülmesi, parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi bazı ürünlerin yurda girişinin yasaklanması, mağazaların vitrinlerine kadın iç çamaşırlarının koyulmasının yasaklanması, kamu dairelerinde kadın memurlara getirilen tesettüre girme emri…"

Durmadan arkası geliyordu ve biz hâlâ olayın ciddiyetini kavrayamamış, yaşananların gelip geçici sancılar olmadığını anlayamamıştık… Bir süre sonra her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti… Dediler ki referanduma götürelim. İslam Cumhuriyetini isteyip istemediklerini halka soralım. ‘’ Ve yapıldı. Çıkan sonuç Mollaların istediği idi. Evet diye oy verenler de artık seslerini çıkaramaz oldular olup bitenlere, buna izin verilmez oldu… Nerede kaldı Cumhuriyet? Ne mi yapabildiler, bu değişimlere bir süre önce destek vermiş ve artık korkan kesim? Kaçtılar. Kaçtık. Canlarımızı kurtarmak için yurtdışına kaçtık."

Sevgili okurlar. Yurdum insanı ve çok sevdiğim bir arkadaşım olan Lale şu an yurtdışında. Belki bir gün ben de gelmek zorunda kalabilirim. "Lale, evinde bana da bir yer hazırla" demeye dilim varmıyor. Keşke yaşadıklarımız bir rüya olsa. Ve bu rüyanın sonu güzel bitse.

Yurdunuz insanı: Müşerref Özdaş

24 Haziran 2010 Perşembe

SEVGİ BEKLER Mİ ?



SEVGİ BEKLER Mİ?



Sordular bir gönüle: Aşkın ömrü ne kadardır?
Cevap verdi: Kavuşamadığın sürece uzundur, çok uzun…

Üzerinde düşünülebilecek bir cevaptı bu. Kavuşmak her şeyi çözüyor muydu? Yoksa yeni arayışlara kapı mı aralıyordu? Sevgi bekler miydi? Ne kadar bekleyebilirdi? Yeterince sabırlı mıydı? Bu bekleyiş sürecinde yağan yağmurlarla ıslanır, gökkuşağını görür müydü? Sevgiler karşılıklı mı olmalı, karşılıksız mı? Ne kadar verirsem o kadar almalıyım mı demeliyiz?

Ben düşünüyorum da, karşılıksız mıdır diye sevgiler? Hayır, değil, değil… Her şeyin bir karşılığı var, aşkta da, ailede de, toplumda da…

Sordular bu kez benim gönlüme:

Sevdiğini ta uzaklardan sarıp sarmalayabilir misin? Onun mutluluğu için feda edebilir misiniz kendi isteklerini ve mutluluğunu, zamanını? Her ilişkinin içinde bir miktar da egoizm var mıdır?

Cevap verdi gönlüm:

Özlemek sevmektir. Özlemek sevgiyi büyütür içimde. Zaman tüketmeye çalışırken, özlemlerim büyütmeye çalışır. Cevaplarını bildiğim sorular kadar bilmediklerimi de sorarım her fırsatta. Sorgulamaların başlaması demek, içinizdeki okyanusun kabarması demektir. Bir süre sonra bu okyanusun taşıp, yıkıntılara sebep olma ihtimali de vardır. Ne çok şey gizleriz içimizde ve bunca gizlenmiş sırla birlikte yaşamak ağır geliverir günün birinde. Sımsıkı kapattığımız kapılarımız sert bir rüzgarla ardına kadar açılıverir.

Böylesi zamanlarda ben kapımı kapatmam. Bırakırım açık kalsın. Bilirim ki bu kapılardan çok şey taşıp çıkacak dışarı. Yüklerimden kurtulacağım, yüreğimin ağırlıklarından kurtulacağım. Taze, ılık bir bahar havası dolacak içeri.

Uzaklardan, yorgun gelen bir yolcuyu ağırlayabilirim, aç ise doyurup, yaralıysa yaralarını sarabilirim. Gitmek isterse yoluna, gönderebilirim. Yanlış da çalınmış olsa bu kapı gelen konuk olup hoş anılar bırakacaktır. Gönül hırsızları da girse açık kapıdan, arkalarında bırakacakları izleri olacaktır… Kısacası her türlü durumla yüzleşebilecek ve başa çıkabilecek yüreğe sahibim. Kapıma geleni geri döndürmem. Gelen çıkıp giderken bir daha hiç açmayacakmış gibi kapatıp çekip gitse de…

Gidenin ardından suskun kalabilirim ya da içimde taşan okyanuslarda hayallerimi yüzdürebilirim. Belki darılırım kendime, bekli de gidene…
Belki ben de yanıldığım gibi yanıltırım da. Ve benim de sertçe kapatıp çıktığım kapılar kadar, geri döndüğüm, dönmek isteyebileceğim, yeniden çaldığımda belki açılacak belki de açılmayacak, açılamayacak kapılarım olacaktır.


Sordular başka bir gönüle:
Aşk egoist midir?
Cevap verdi, derin düşüncelere dalarak:

‘’ Ben seni sevmeyi sevdim.’’
‘’ Ben sevgiyi sevdim.’’
‘’ Ben sevmenin bana hissettirdiklerini sevdim.’’
‘’ Ben kalp çarpıntılarını sevdim.’’
…………………………
‘’ Ben seni sevdim.’’

Son sırada tesadüfen yer almadı en son yerleştirilen sevgi ifadesi…
Karşımızdakini sevmek değil, öncelikle hissedebileceklerimiz için isteriz sevilmeyi. ‘’Sevmeyi ‘’ demiyorum ısrarla, ‘’Sevilmeyi’’ diyorum!

Karşınıza biri çıkar da bir gün ‘’ Ben seni sevmeyi sevdim.’’ derse, bilin ki öncelik kendindedir. Siz sonra geleceksiniz. Egoizmin bir türü işte bu. Ardından sorular da gelir. ‘’ Neden sen beni, benim istediğim gibi sevmiyorsun?’’…
Cevabım şu olurdu bu soruya: Ben hiçbir zaman sen değilim, sen olamam.’’ Ancak, sevmek ve sevildiğini hissetmek elbet insanı yükseklere çıkaran bir duygudur.


Sorulara devam edelim.
Cevabı bekleyen, bekletilen, beklenen gönüllerden gelsin bu defa:

Sevgi beklemeli midir? Yoksa yola mı düşmelidir? Keşfe mi çıkmalıdır gizemli şehirleri bulmak için? Gizemli bir şehir midir sevgi? Keşfetmeye değer neler bulunabileceği, herkesin hayal dünyası ile mi sınırlıdır? Keşfetmek, içimizdeki merakı bitirir ve terk mi edilirdi o şehirler bir süre sonra?

Bekleyen gönül cevap veriyor:

Gözü kapalı değildir sevdalar. Her ne kadar öyle görünse de çoğu kez. İçsel gözünüz gördüğüyle, sezdiğiyle bir karara varmıştır. Cevap ve karar çok derinlerden gelmiştir. ‘’Bekle, değecektir beklemeye.’’ demişse, beklemeye başlamışızdır. Gizemleri keşfetme zamanının geleceğini sezmişizdir. Hayallerle başlayacağını her yeni keşfin bilir yüreklerimiz. Gizemli şehirlerde büyülü yolculuklar yaparken biz de keşfedilmekteyizdir aslında. Bu büyü bizi sarıvermişse terk etmek bir yana daha da çekiliriz derinlerine.


Bu şehirde mutluluk var mıdır? Nedir mutluluk? Kapısını her çalana açar mı? Gözyaşıyla akıp yitebilir veya kahkahalarla taşabilir mi uzaklara?



Ve sorular devam ediyor. Cevaplamak isteyen gönüller buyursun.


Zaman gibi, sevgi de kimseyi beklemiyor mu?
Sevgi bekliyor da, seven mi sabırsızdı? Sabırla geçen bu süreçte benlikler katılaşabilir, katman katman eksilebilir mi bekleyenler?

Sevgiler umut mudur? Umutlar yarınlarda mıdır? Yarınlar umut mudur? Umutlar mıdır tükenen, biz miyiz onları tüketen veya tükenen?

Yönümüzü nasıl belirleyeceğiz yarınlara yürürken? Pusulamız şaşarsa, yabancı kıyılara savurursa bir dev dalga bizi?...

Başka kıyılara savrulsak da, zifiri karanlıklarda kalsak da, su gibi, sevgiler de akar ve yolunu bulur yeniden. Sormamız gereken şudur kendimize: ‘’ Değer mi?’’ Evet,(Yine de) her şeye değer diyebiliyorsak yola çıkmalı. Kalbimizin yön göstereceğine inançla ve güvenle. Ama bilinmeli ki, sevgiye ulaşmak için çıkacağımız yolda bizi oyalayanlarla da karşılaşmak mümkün olacaktır. İki çift laf ederken bir eski tanıdıkla ve uçan bir kuşa bakarken arkamızdan geçip gitmiş de olabilir beklediğimiz.

Tebdil-i kıyafet ile dolaşan bir sevgi de olabilir karşıdan gelen. Yollarımız karşılaşmış, belki de selamlaşmış ve o olduğunu bilmeden geçip gitmişizdir. Boşuna arar, boşuna bekleriz. Bakıp da görmemek, kalp gözünü kapanmış olması da mümkündür elbet. Gerçeğin ne olduğunu bilmek, tanımak için asıl o gözün açık olması gerekir ki geleni fark edip, geçip gitmesine fırsat vermeyelim. Belki çok sonra farkına varıp kaybımızın geri dönmek isteriz. O zaman da geç kalmış oluruz. Başka bir yerde soluklanmak üzere durmuş, başka gönüllere konuk olmuş bulabiliriz aradığımız sevgiyi…

Yaşam, kendi belirlediği kuralları içinde, belki yeni tesadüflere, tesadüf gibi görünen olaylara doğru akmakta, bizlerin önüne madde madde serilmektedir. Yürüdüğümüz yolda karşımıza çıkan bu maddeleri bazılarımız okuyup anlayabilmekte, bazılarımız da hiçbir şey anlayamamaktayız.

Binlerce yüreğin binlerce sevgi barındırdığı gibi, binlerce yürek, binlerce acıyı da barındırmaktadır. Binlerce yürek umut yolundadır. Gecenin karanlığında, yıldızların ışığında bile yürümeye devam eden inançlı yürekler, yarınlara, umutlara çıktığımız yolumuzda bizlere yoldaş olsun.

Yaşam bir kurgulama mıdır? Bizler figüranlar mıyız? Bu sorulara cevap arar her yürek. Sorularımızı bazen yüksek sesle, bazen de kimsenin duymayacağı şekilde sorarız. Bulduğumuz cevaplar yüreklerimizde saklı kalacaktır belki de.

Sizin bir cevabız var mı? Ne dersiniz? Aşkın ömrü sizce ne kadardır? Sevgi bekler mi? Seven sabırsız mıdır? Sevgi umut mudur? Umutlar yarınlarda mıdır?
Yarınlar umut mudur?

Umutsuz, sevgisiz, yarınsız kalmamanız dileğiyle.
Kapılarınızı açan ve gülümseyerek, aydınlatarak girenlerin çok olması dileğiyle…


Bekleyenlere ve beklenenlere sevgiyle…

Müşerref ÖZDAŞ

29 Nisan 2010 Perşembe

KÜÇÜK BİR KOLİ VE YAŞLI BİR KADIN




KÜÇÜK BİR KOLİ VE YAŞLI BİR KADIN


Her zamanki gibi bir gündü. Yolumu uzatmıştım. Trafik ışıklarından karşıya geçmiş, her zaman geçmediğim bir yoldan yeni yeni gelmeye başlayan baharı içime çekerek sağda solda yer alan vitrinlere ve gelip geçenlere bakarak aceleci olmayan adımlarla yürüyordum. İleriki köşe başında duran çöp bidonunu kediler karıştırıyordu. Okuldan çıkmış büyüklü küçüklü öğrenciler evlerine dağılıyordu. Yürümeyi yeni öğrenmiş bebekler anne ya da babalarının ellerinden, minicik elleriyle sıkı sıkı tutmuş, gördükleri her şeye merakla yönelerek, arada bir sendeleyerek, düşe kalka ilerliyordu. Sevgi yoluna dizilmiş masaların etrafında sohbet eden, çaylarını, kahvelerini yudumlayan her yaştan hanımlar, genç kızlar, genç erkekler, sevgililer oturuyordu. Yüzlerinde sohbetin ve dostluğun verdiği keyifle yerleşmiş gülücüklerin var olduğu, sigaralarını tüttüren, tuttuğu bardakla parmaklarının ısındığı bu insanlar, o an elbette küçük bir kolinin içine kaç tane kuru gıda paketinin sığabileceğini düşünecek değildi. Ve tabi ki doğalgazlı, her türlü konforlarının bulunduğu evlerde, yıkılmaz sandıkları kalelerinde yaşayanlar yaşlı ve yalnız bir kadıncağızın ısınabilmek için sobasını nasıl tutuşturacağının derdinde olabileceğini bekli de hiç bilmeyeceklerdi. Çünkü az sonra kalkıp gidecekleri sıcak bir evleri, evlerinde hazırlanmış çeşitli yiyecekleri mevcuttu...

Köşe başına yaklaştığımda dükkân sahiplerinin kenara bıraktığı mukavva kutuları alıp kıvırarak, düzenli bir şekilde eski pazar arabasına istifleyip, sığdırmaya çalışan yaşlı bir kadın dikkatimi çekti. Sanki kendisinden başka kimse yokmuş gibi, büyük bir dikkatle yaptığı işe odaklanmıştı. Yürüdüm gittim.

Birkaç gün sonra yine aynı yerden geçerken bana doğru eski pazar arabasını çekerek gelen aynı yaşlı kadını gördüm. Pazar arabasının içi yine istiflenmiş mukavvalarla doluydu. Yüzünde yılların acılarının bıraktığı izlerle ama yine de yaşama umudu ve ışığı ile bana doğru baktı ve yorgun sesiyle, cebinden çıkardığı buruşuk kâğıt parçasını uzatarak ‘’ Bak bakalım kızım, şunu bana okuyuver.’’ dedi. Aldım, baktım. Belediyeye ait kuru gıda yardım fişi idi. Üzerinde bir de adres yazılıydı. Anlattım ne olduğunu. Ve sordum bu mukavvalarla ne yapıyorsun diye. Sobasını tutuşturmak için topladığını söyledi. Ağlamaya başladı. Her ay gelen gıda yardımı, bu ay, başka bir eve taşınmış olmasından dolayı, eski adresine gitmiş ve onu bulamadıkları için de geri dönmüştü. Ağlıyordu bunun için. Bu denli önemliydi o paket onun için. Belki de bir ay o erzaklarla idare ediyordu. Yapması gerekeni söyledim ve sırtını sıvazlayarak onu uğurladım. Onu dinlemiş olmam bile rahatlatmıştı bir derece.

Evime döndüm düşünceler içinde. Dönerken yine kafeteryaların önünde oturup çaylarını dost sohbetleri eşliğinde yudumlayan insanlara baktım. Onların yüzü dingindi, kaygıları yoktu. Ya, az önceki yaşlı kadın… Bir dost sohbeti yerine derdini sokakta gördüğü bir yabancıya açmıştı ve usulca akan gözyaşlarını silmişti yemenisinin ucuyla.

Ah, hayat… Bazıları için sen ne çok ağırsın. Ne kolay alırsın umutları, ne kolay harcarsın… Şımartıyorsun birilerini hesapsızca, peki ya azarladıkların! Küçük bir koli için gözyaşlarını çaldığın bu yaşlı kadına bir borcun var.

Ah, hayat… Üzerine gidersin zaten yıkılacak kadar eğilmiş olanların. Sen nasıl bir şeysin? Tutup kaldırsana düşenleri, elini uzatsana. Sil gözyaşını desene. Arada bir duraklasana. Umudu kırılmışlara çare gerek. Yaraları sarsana…

Ey, hayat!
Dolsa kadehler, içsek,
Yılların yorgunluğu geçer mi?
Yüreklerde dert biter mi?
Son durağa gelse de
İçindekiler inmek ister mi?
Sana küsenlerle barış artık
Al gönlünü, sil hüznünü…
İncil der ki: ‘’ İlk taşı günahsız olanınız atsın.’’
Ne dersin, bir sürpriz yapmaz mısın?
Güçsüze dönüp bakmaz mısın?
Derde deva olmaz mısın?
Senin armonin içinde
Uyum sağlayamayanlar
Savrulup gittiler,
İlk taşı sen attın hayat.
Bunu bilmez misin?
Bir koliye doldurup
Göndereceğim geri
Senden aldıklarımı.
Küçük bir koli,
Taşımakta zorlanmazsın.
Ya senin aldıkların?
Verme, istemem.
Sende kalsın.

Müşerref ÖZDAŞ

10 Nisan 2010 Cumartesi

UMUTLAR TÜKENİRSE




UMUTLAR TÜKENİRSE

Ne zaman tükenir umutlar? Umutların tükendiği yerde vedalar başlamaz mı? Ve sevgiye açılan her yeni parantezde yeni bir umut taşınmış, en başa yerleştirilmiştir dünden.

Eski yaralar sarılacaktır. Yeni yaralar da alınacaktır. Kendine iyi bak der, arkamızı dönüp gideriz. Kendimizden kaçarız çoğu zaman. Bu cümlenin içinde öyle hüzünler, öyle iç çekişler, öyle bir sevgi de gizlidir ki… Veda ederken “ Ne olur sanki geri döndürebilsek zamanı, keşke gitme kal diyebilsem ya da o bana dese.. “ duyguları da gizlenmiştir. Ama bir şeylerin parçalandığını, düşüp dağıldığını ve bir daha birleşemeyeceğini, eskisi gibi olamayacağını biliriz ve susarız. Yürekten geçenlerin küçük bir parçasını bile dudağımızdan dökemeyiz, düğümlenir kalır boğazımızda.

Allah’a emanet edelim sevgimizi. Vedaya hazır değilsek veda etmeyelim. Zaman kaybı ve üzüntüden başka bir işe yaramaz. Her vedanın içinde biraz da seni seviyorum gizlidir. Sevmediğimiz birine neden veda edelim ki. Vedalar keşkeler de barındırır. Sevilen ve veda edilen hep içinizde saklıdır.

Zaman en iyi ilaçtır derler. Yaraların iyileşmesi zaman alsa da, izleri kalsa da mutlaka iyileşecektir. Belki yeni yaralar da alacağız sonradan, çizikler, sıyrıklar, daha da derin yaralar…

‘’Mutsuz köyün kavalcısı ‘’ rumuzlu bir arkadaşım şöyle demişti bir gün bana:” Ben şimdi anladım bendeki hüznün sebebini. Ben gülümseyemiyorum. Yanımda olsa da sevdiğim, uzakta olan yüreği kanatıyor içimi. Bunu biliyordum da kendime itiraf edemiyordum sanırım. Dışarıdan bir başka yürek bunu söylediğinde, fark ettirdiğinde anladım. Şöyle iç huzuru ile gülümseyemiyorum. “ Evet, aşk varsa ortada gülümsemenin de acının da dibine vuruyoruz. Aşkı anlamak, tanımlamak çok zor.

Unutmaya başlarsınız. Bir gün en ummadığınız yerde çıkıverir geçmiş karşınıza. Eski sızınızı anımsarsınız. Merhaba dersiniz belki de çekinerek. Küçük bir çocuk olabilir yanı başımızda eski sevdiğinizin elinden sıkı sıkı tutan. Başını okşarsınız, boğazınız düğümlenerek. Bakışlar buğulanmıştır. Sesiniz titrer ‘’ Nasılsın?’’ derken.

Zamanın hızla tükendiğini fark etmişsinizdir. Ve eğer hala yalnız iseniz sol yanınızdaki sızı daha da artar. Elinizi uzatırsınız merhaba derken. Geçmişin ağırlığı üstünüzdedir. Bakmayı özlediğiniz o gözler tam karşınızdadır ve bakışlarınızı kaçırırsınız. Oysaki ne çok istersiniz o an bile derinine bakabilmeyi ve bir iz bulabilmeyi, görebilmeyi. Ama yapamazsınız. Bakabilseniz de eski yaraların yeniden kanamasından başka işe yaramaz zaten. Küçük oğlanın veya küçük kızın ipeksi saçlarını okşarsınız belki bir kez daha, sanki sevgilinin saçına dokunur gibi.

Kilo almıştır belki biraz, belki de sizin saçlarınıza aklar düşmüştür, onun yüzü solmuştur… Duygulanırsınız, gözleriniz yanar. Ve yine bir “ Hoşça kal “ der gidersiniz.” Kendine iyi bak” Yeni bir vedadır bu. Kaybettiklerinize ve geçmiş zamana veda, kendinize veda, serseriliğinize veda, kaybettiklerinize veda. Gözleriniz dalar gider. Son bir kaçamak bakışın ardından yine gözden kaybolur eski sevda. Kalırsınız çaresizliğinizle tek başınıza.

Önünüzde uzanıp gider yollar ve zaman. Belki de en uzun yol kendimizi bulmak için çıktığımız yoldur.
Ve belki yine bir gün, yeniden; '' Nerede kalmıştık '' dediğimizde, geride kalan zamanla şimdi arasında gelip geçenleri nasıl telafi edeceğimizin de telaşına kapılırız. Korkarız belki de. Ama yine de kalınan yerden devam etmeyi göze alabilmişsek içimizdeki yaşama sevinci ayaklanmış ve bize yol gösterecek demektir. Yavaş ve ürkek adımlarla da olsa, karanlıklarda el yordamıyla da olsa devam edebilmeliyiz.


Richard Bach, der ki:
“Vedalar canını sıkmasın. Yine buluşabilmek için bir ‘hoşçakal’ gereklidir.”
Hoşça kalın, umutla kalın, sevgiyle kalın.
Müşerref ÖZDAŞ

22 Mart 2010 Pazartesi

DAĞILAN BULUTLARIM


DAĞILAN BULUTLARIM

Selamımı aldım gidiyorum. Yüzümde bir gülümseme var. Buna sebep sadece basit bir selam. Selamın anlamı üzerinde düşünmemi sağlayan bir selam. Ve aynı anda beş selam...

Bir akşamüstüydü. Badem ağaçlarının çiçeklendiğini görmüş, erken gelen baharla içim kıpırdamıştı. Bu kıpırdanışlarla yürürken karşımdan bana doğru gelen beş hanım ile karşılaştım. Tanımadığım beş bayan. Yaşları belli değildi, hiç önemi de yoktu. Belli ki hep birlikte gittikleri bir misafirlikten dönen beş hanımefendiydiler. İçlerinden biri sıcak bir gülümseme ile " Selamün aleyküm" dedi. Başımla karşıladım bu selamı. İster istemez yüzümde bir tebessüm oluştu. Ardından içlerinde benden daha yaşlı olduğu fark edilen bir başka bayan selamını verdi, ve diğerleri... Bu selamların biri dışında diğerlerinde söz yoktu. Sadece dudaklardaki hafif kıvrım ve gözlere yansımış insan sevgisi ile iletildi bu selamlar tarafıma. Yüreğimi ısıttılar serin Şubat ayında.

Tanımadığım beş bayan, ve beş selam. Ve ayrı yönlere çekip gittik hepimiz. Bu selam onlardan bir şey eksiltmemişti. En kolay harcanabilecek ve çaba harcamadan verebileceklerimizden biri idi. Yüreğimizden en kolay dışarı çıkarıp verebileceğimiz hediyemizdi. Onlar eksilmese de ben tamamlanmıştım. Bir insandım, farkındaydı birileri. Aynı malzemeden oluşmuştuk. O an için ne yaptığımız işler, ne yaşlar, ne görünüşümüz… hiçbir şeyin önemi yoktu. Sadece insan olmak vardı. Gönülleri hoş tutmak vardı, insana verilen değer vardı. Ben değerliydim, onlar değerliydi. Yaşam ve insan değerliydi…

Ne demekti Selamün aleyküm? Şöyle bir yeniden düşündüm ve hatırladım bilgilerimi. Selamet, esenlik üzerinize olsun anlamı taşımaktaydı. Selam, karşınızdaki insana iyilikler, güzellikler, sağlık, sıhhat, barış vs. dileklerde bulunmaktı. Ne güzeldir bildiğiniz, tanıdığınız kadar bu dilekleri tanımadığınız biri için de ifade edebilmek… Tıpkı o günkü gibi.

Yüzümdeki gülümseme aydınlanmaya dönüştü. Apaydınlık oldum bir akşamüstünde. Bulutlar kaplamış olsa da gökyüzünü benim bulutlarım dağılmıştı. Selam ediyorum ben de hepinize. Siz de günleri aydınlatın selamlarınızla… Hoş kalın, sevgiyle kalın.

Müşerref ÖZDAŞ